Annem çekyatın üzerindeki yazmasına uzanıp, saçını örtüyor. O dayağı hiç yememiş gibi, ahıra gidiyor. Adam, mutfaktan kaptığı demir maşrapayla annemin kaynattığı sütten biraz alıp, sonra defoluyor.
Yanık sütün kokusu burnumun direğini sızlattığı günden bu yana, geceler daha uzun, gündüzler daha katlanılmaz. Halının altına süpürdüğüm ne varsa, bin kat misliyle döndü yanık süt kokusuyla beraber.
“Arada ses ver” diyor ağabeyim, işi dalgaya vurarak. Benim ansızın başıma çöken depresyonlarımın, ona hep gülünç gelen bir yanı vardı. Bu, onun baş etmeye çalışma haliydi zannımca.
Daha önceki aramalarında yaptığım gibi, bir şey söylemeden kapatıyorum. Yatağımın karşısındaki orta büyüklükteki ceviz şifonyerin üzerinde gümüş rengi, parlak bir kutu var. Üzerindeki yansımam, bir demliğin üzerindeki yansımama benziyor. Şekilsiz, eciş bücüş, fakat her nasılsa, ben olduğu gayet belli. Bir süre pür dikkat kesildikten sonra, kutunun üzerinde annemin gülümseyen yüzünü görür gibi oluyorum. Ve sonra, yine oradayım. Sobanın harıl harıl yandığı, yanık süt kokusuyla dolmuş o odada. Şimdiki halimle.
Bir yanı göçmüş, eski çekyatın boş tarafına usulca yerleştiriyorum kıçımı. Annemi beklenti dolu gözlerle izleyen ufak beni o an fark ediyorum. Kendi düşümün misafiriyim burada. Ya da, kendi anımın mı demeli? Annem, ufak beni şiveli bir ağızla seviyor.
“Oy guzum benim” diyor, “Acıktın mı sen, de bakıveren.”
Başını sallıyor ufak ben. Sevecenlikle.
İçimde büyük bir özlem ve ukde ile seyrediyorum onları.
Annem, sıcaktan bunalıp, başındaki yazmayı önce şöyle bir salındırıyor yeller gibi, sonra dayanamayıp çıkarıyor, birkaç ak telin olduğu gür, kara saçları öylece saçılıyor omuzlarına. Dönüp, pencereyi açıyor içeri hava girsin diye.
Aynı anda, temiz yüzlü fakat şeytani bakışlı bir adam giriyor içeri.
Bu adam benim babam. Ama keşke olmasa.
Annemi saçı açık şekilde, pencere önünde görünce delleniyor. Bir don lastiğiyle tutturulmuş olan saçını eliyle kavrıyor annemin, onu bir çırpıda öteki çekyata savuruyor. Annemin ağzından cim çıkmazken, adam leş kokan ağzıyla, bildiği tüm küfürleri kusuyor.
“Orospu” diye bağırıyor anneme, “Saçını köydeki bütün erkeklere gösterecek, beni ele güne rezil edecektin, milleti baştan çıkaracaktın ha?”
Annem kendisini savunmuyor bile. Çünkü sudan sebeplerle dayak yemeye öyle alışmış ki. Ufacık ben, çekyata sinmiş, sırasını bekliyor gibi. Elleriyle yüzünü gizliyor kendisine doğru yanaşan adamı görünce.
“Sen ne oturuyon burda? Kalk!” derken, bir tane de ona vuruyor. Ufak ben, korkuyla titrerken, annem olduğu yerden sürünerek gelip “Vurma çocuğuma” diyor. Bir tekme de orada yiyor güzel karnına.
“Bundan sonra” dedi adam ağzından köpükler saçarak, “Kimseye kırıttığını görmeyeyim. Kalk şimdi ahırı temizle, pislik götürüyor.”
Adamın boğazına sarılıp, onu yanan sobanın içine atmak, diri diri yakmak istiyorum. Fakat orada gerçekten olmadığımı biliyorum. Tüm bunlar, hafızamın dehlizlerinde çıkılmış karanlık bir yolculuğundan kesitler sadece.
Annem çekyatın üzerindeki yazmasına uzanıp, saçını örtüyor. O dayağı hiç yememiş gibi, ahıra gidiyor. Adam, mutfaktan kaptığı demir maşrapayla annemin kaynattığı sütten biraz alıp, sonra defoluyor.
Ufak ben ile baş başa kalıyoruz. Süt, kaynıyor da kaynıyor.
Kaynadıkça eksiliyor.
Kaynadıkça süt yanığı kokusu dolduruyor odayı. Tencereyi alıp aşağı indiremeyecek kadar küçüğüm. Annem de bir türlü gelmek bilmiyor.
Süt kaynıyor.
Süt yanıyor.
Sonra, ahırdan gelen bir çığlık sesiyle benim ciğerim yanıyor.
Ama onun kokusu çıkmıyor.
Ahırın kapısına gidip, azıcık itelediğimde annemi göğsünde açılmış sayısız delikle, göz kapakları sonuna değin açık buluyorum. Az ilerisinde kanlı bir orak yatıyor. Hiç suçlu gibi değil.
Kapıdan az uzaklaştığımda, adamı tarlanın içindeki otları yara yara kaçmaya çalışırken görüyorum.
Yanık süt kokusu evin dışına kadar gelmiş artık.
Fakat annem, tencereyi sobanın üzerinden almak için bile kalkmıyor.
Birileri gelip, onu çarşaflara dolayıp oradan kaldırana, ardından ağıtlar yakmaya başlayana kadar yanık süt kokusu içinde yatıyor.