Pinterest
ZOOM

Söylediğin Kelimelerin Gücünü #hafifealma

12 Eki 2022

Öyle cümleler vardır ki bir kulağımızdan girip ötekinden asla çıkmaz. Unutmaya çalıştıkça derinlere kazınan ve tüm hayatı etkileyen bu cümleleri #hafifealma

Yağmur (25)
 
8 yaşındaydım akran zorbalığıyla tanıştığımda. Başıma gelen şeyin ne olduğundan asla haberim olmayan ben, kendimi çocuk sesleri ile şenlenmiş kalabalık okul koridorunda tek başıma, duvara sürtünerek yürürken buldum. Normalde yalnız yürümezdim o koridorlarda, üç kişiydik biz… Kantine, tuvalete, bahçeye ve hatta öğretmenler odasına bile birlikte gider, birbirimizi asla yalnız bırakmazdık. Bir gün her zamanki gibi teneffüs zili çalmış ve biz hep birlikte mutlu bir şekilde tuvaletin yolunu tutmuştuk. Tuvaletin aynasında kendime bakan 8 yaşında bir kız çocuğuydum ve aynada gördüğüm şeyden aklım erdiği kadar memnundum aslında. Ta ki arkadaşlarımdan biri “Ne bakıyorsun aynaya, zaten çok çirkin bir kızsın” diyene kadar… Üstüne üstlük bunu söylemekle kalmamış diğer arkadaşımızı işaret ederek, “En güzelimiz o, sonra ben sonra da sen geliyorsun!” demişti. Yaşanan bu olayın ardından tek hatırladığım şey ise asla tepki veremediğim ve aleni bir hakaret karşısında nasıl davranmam gerektiğini bilemeyip yüzüme buruk bir gülümseme kondurduğum doğrusu. Tuvaletten ikisi kol kola ve alaycı gülüşmeler eşliğinde çıkarken, beni arkada bırakmaları da cabası. Anlayacağınız hem çirkin olduğumu öğrenmiş hem de birdenbire yalnız kalmıştım. Sanıyorum o gün en yakın arkadaşım o iki kız yerine koridor
duvarları olmuştu. İşte o günden sonra asla ve asla 1 kişiden fazlası olamayacağım gerçeğini öğrenmiş olsam da uzun bir süre ne kadar “çirkin” olduğum konusuyla da boğuşmak durumunda kaldım. Oysaki çirkin olan hiçbir zaman ben olmamıştım ve hatta kimse çirkin değildi aslında. Sadece çocuktuk ve çok acımasızdık. Arkadaşlarım arkadaşım olmaya devam etti ve ben ise uzun bir süre çirkin hissetmeye… Yaşanan bu durum, bende nasıl sonuçlar doğurdu diye soracak olursanız da, hemen cevaplayayım. Özellikle lise çağında kız arkadaşlarıyla tuvalet seansları gerçekleştirmeyi sevmeyen bir öğrenci ve çirkin olduğumu düşündürecek her türlü hamleden kaçınan bir ergen olmuştum. Makyaj yapmak konusunda çok da yetenekli olmamamı bu nedene bağlayabilirim. Özellikle lise çağında hiçbir zaman makyaj yapmayan bendeniz, yüzümü makyajlı göstermeye alışırsam ve benim gerçekte “Ne kadar çirkin!” olduğumu düşünürlerse diye olduğum gibi kalmayı tercih ettim. Bugün ise bu durumu düşündüğüm zaman, en başından beri bardağın dolu tarafında olduğumu görüyorum. Muhatabınız her zaman benim, tüm doğallığımla, gerçekliğimle ve çirkinliğimle. Bir hayli de mutluyum doğrusu… 

Ecem (24)

Ortaokulun ilk günüydü, yaz tatili boyunca annemi yine kaşlarımın ortasını almaya ikna edememiş, bir de üstüne dişlerime takılan tellerle yeni döneme merhaba demiştim… Benim bu kırılgan selamlamam pek de benzer bir karşılık bulamamıştı kendine. “Filmlerdeki o çirkin ördek yavrusu tiplemesine dönüşmem için sadece gözlüklerim eksik” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Okula adımımı atar atmaz ise bu eksikliğin hiç de fark edilmediğini hissediyorum. Yine o bakışlar, kıkırdamalar, parmakla işaret etmeler ve “şaka” adı altında yüzüme karşı söylenen kırıcı cümleler… Herkes boy atmış, saçlarını uzatmış, güzelleşmiş ve çekicileşmişti sanki. Artık ortaokullu olduklarını yürekten hissediyorlardı. Ben ise tüm çabama rağmen kimseye görünmeden sınıfıma sıvışmayı başaramamış ve tek bir kişinin dişlerimdeki telleri fark etmesiyle tüm gözleri üzerimde hissetmiştim. Kaşlarımla alay etmeye doyamayan arkadaşlarımın eline yeni bir koz daha geçmişti. 
 
Geçilen dalgalarla ve aşağılayıcı bakışlarla mücadele etmeye alışık bünyem için bu konu korktuğum kadar önem arz etmedi. Kendimi, tellerimin çıkacağı gün sahip olacağım inci gibi dişlerimle hayal etmek, annemin kaşlarımı almama izin verdiği günü hayal etmekten daha kolaydı çünkü. İpler doktorun elindeydi. Bir seneye kalmaz tellerim çıkacaktı ve ben ağzımı kapatmadan gülebilecektim. İşler pek de tahmin ettiğim gibi ilerlemedi. Dört sene boyunca tellerimden de kurtulamamıştım ama artık kendimi rahat ve mutlu hissedebilmek için bir şeylerden kurtulmam gerektiği düşüncesinden sıyrılabilmiştim. Ben onların bakışlarından, sözlerinden veya hareketlerinden kaçtıkça onlar beni kovalıyordu ve bunu engellemek için bulabildiğim tek yol, kendimle barışmak oldu. Artık onları umursamıyor, tellerime rağmen ağzım açık gülüyor ve kaşlarımı kapatsın diye upuzun kestiğim kakülümün boyunu kısaltabiliyordum. Kendimle alay edebilmeye başladığımda sanki tüm büyü bozuldu ve arkadaşlarım bunu yapmaktan zevk alamamaya başladı. Ben mi? Dışarıdan bakıldığında özgüvenli ama kendiyle alay ederken ipin ucunu fazla kaçırmış, aslında özgüvensiz birine dönüştüm… 

Zeynep (23)

Henüz küçük bir çocukken, zorbalığa uğramanın birinden neler götürdüğünü az çok tahmin edebilirsiniz. Ama eğer yaşamadıysanız, ancak bunları hayal etmekle kalırsınız. Hayatımın sadece bu sözde hayalleri kapsamasını isterdim. Ama ne yazık ki ben de o zorbalığa maruz kalan onlarca çocuktan biriyim. 
 
Şimdilerde geçmişe baktığımda, yaşadığım zorbalıkların benden onca mutluluğu çaldığını ve onca anıyı koparıp attığını görebiliyorum. Fiziksel bir şey yaşamasam da iki üç cümlenin hayatımın büyük bölümünde etki ettiğini görebiliyorum. 
 
Dişlerimin şekliyle dalga geçildiği için onca zaman gülümsemelerimi sakladım, içimden geldiği gibi gülemedim.
Soyadım gibi kulağa anlamsız gelecek dalga geçişlerle karşılaşırım diye iletişim kurmaya çekindim. Kıyafetlerimle dalga geçecekler diye istediklerimi giyemedim. Köşede sıkıştırabilirler korkusuyla daha küçük yaşta elimden telefonumu düşürmedim. Ama bütün bu zorbalıkların en kötüsünü lisede fark ettim. 
 
Ben hiçbir anı biriktirememiş, özgüvensiz ve kendini ifade edemeyen bir çocuk olmuştum. 16 yıllık hayatımda hatırlayabileceğim öyle çok az anım vardı ki. Bunu fark ettikten sonra; akran zorbalığıyla, arkadaş gibi yaklaşıp beni küçümseyen insanlarla uğraşırken depresyon tedavisi, anksiyete bozukluğu, sosyal fobi gibi onca problemle uğraştım. Yıllar sürse de bunu başardım.
 
Hâlâ kendime mutlu anılar yaratmak için uğraşsam da akran zorbalığı ile karşılaşma korkusu ve bütün bu zorbalığın daha fazlasına maruz kalanları düşünmekten uykularım kesilebiliyor.
 
Akran zorbalığına katlansak da ne kadar “dur” desek de etkilerini silmek bir insanın özgüvenini yerle bir ediyor. Bu yüzden bütün bunların yaşayan kanıtı olan akran zorbalığına maruz kalan “mağdurların” artmamasını dilerken, bir yandan da bütün mağdurların sesinin yükselmesini diliyorum.
 
Benim yıllarımı alan ifadelerimi, herkesin daha erken kazanmasını diliyorum. 
 
Devrim (42)

Hepimiz çocukken doğaüstü varlıkların yaşadığına inanmak isteriz. Kaplumbağaların dünyayı koruduğuna, uçan süper kahramanlara veya ejderhaların yüksek dağlarda yaşadığına… Ben de denize çok uzak, ufak bir kasabada yaşadığımdan olsa gerek ilkokul çağımda İzmir’e gittik. Kendimi bildim bileli ilk defa deniz görmüş, bir vapura binmiştim. Olağanüstü bir deneyimdi! 1980’ler dünyasında internet ve televizyon da şimdiki gibi dünyayı önünüze sermediği için büyülenmiştim. 
Doğup büyüdüğüm kasabaya dönünce de vapur maceram sırasında bir denizkızı gördüğümü, en ince ayrıntısına kadar sınıf arkadaşlarıma anlattım. Gerçekmiş gibi! Kuyruğunun renginden saçlarının uzunluğuna kadar o kadar tutarlı bir hikâye anlatmıştım ki sınıftaki birçok arkadaşım buna inandı. Olay biraz “gerçeklik-hayal” sınırını aşmış olacak ki kavga çıktı. Biri, denizkızları var diyerek diğerine vurmaya başladı ve sonunda bunun bir hikâye olduğunu sınıfa açıklamam istendi. Ama ben gerçek olduğu konusunda nettim. Geri adım atmadım ve bir öğretmenin “aslında denizkızları bir hayal ürünü” açıklaması yüzünden sınıftaki bir grup arkadaşım tarafından dalga konusu olmaya başladım. (Bu öğretmen, bizim sınıf öğretmenimiz değildi. Sınıf öğretmenim şahane bir kadındı!)
Teneffüslerde, oyun oynarken sürekli dalga geçiliyordu benimle. Defterime kocaman ve çirkin denizkızı resimleri çizilmesi, diğer sınıflara bu durumun anlatılması gibi dozu giderek artan zorbalıklar yüzünden çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ağladığımı, okula gitmediğimi ama asıl önemlisi utandığımı hiç unutmam. Neredeyse iki yarıyıl boyunca devam eden bu olay, benim aslında her zaman yaptığım “hikâye uydurma” merakımı, çevremdeki hiç kimseye anlatmama neden oldu. Ne de olsa kurduğum hayaller yüzünden dalga konusu oluyordum. 
Çocukluktaki bu kötü tecrübenin etkisi ne denli güçlüydü bilmiyorum; “Dramatik Yazarlık” yani yaratıcı yazarlık bölümüne gidecek cesareti bulmam 27 yıl sürdü. İkinci üniversite kararım için sahip olduğum tüm iş tecrübesini bir kenara itip güzel sanatlar fakültesine girdim. Lisans ve yüksek lisans eğitimimi ise başarıyla tamamladım. Bugün hayatımı “hayal kurarak” kazanan bir yazarım ve emin olun, hala denizkızlarının yaşadığına tüm kalbimle inanıyorum. 

Eda (23)

Zor olacağını hissetmiştim. İlk gün dahi ayaklarım sürüyerek varmıştım kapısına. Daha önce hiç görmediğim kadar çok çocuk bir alana kümelenmiş,
hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyordu. "Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak"... Büyükleri saymak bir seçenek değildi ancak küçükleri korumak tamamen
bir insiyatif meselesiydi. Neyse ki sözü baştan temin etmişlerdi. Zarar görmeyecektim...
 
Az sonra bir sürü çocuk yalnız kalacaktı ve birçoğu için bu ilk yalnızlık deneyimiydi. Ağlamak çare getirmemiş, bütün anneler çekip gitmişti. Yalnızlığa değil belki ama bu sürü kalabalığına karşı gardını almanın farklı yolları olmalıydı. Ya pusmak, ya hiddet. Ben pusanlardandım.
 
Herkes evden bir şeyler getirmişti. Defter, kalem, heyecan, utanç, öfke, şiddet, uyku. Benim çantamdan defter, kalem, kalemtıraş ve utançtan fazlası çıkmamıştı. Eşyalarımın her birini bizzat kendim seçmiştim. En çok da kalemtıraşımı sevmiştim. Sınıf arkadaşlarım benimle aynı fikirde değillerdi ve bunu söylemenin binlerce yolundan en acımasız olanını seçmişlerdi.
"Şuna bakın, kendini erkek sanıyor"
Çocukların gülüşü nasıl çirkin olabilirdi? O an bana patlayan kahkahalar çirkin bile değildi. Bir de pardon ama...
Batman ne zaman 'erkekliğin sembolü' olmuştu?
Eve gidene kadar ağlamadım. Evde kalemtıraşımın üzerine bir etiket yapıştırdım.
 
Evet biraz maskülen olduğum doğruydu. Çiçekli tokalar ve pembe ayakkabılar ilgimi çekmiyordu. Kısa saçlı olmayı, pantolon giymeyi, Süpermen'i, oyuncak arabaları seviyordum. Evcilik oyunlarında erkek rolü üstlenmek istiyordum. Büyüdüğümde tüpçü olmak istiyordum.
Hatta itiraf edeyim mi? Gerçekten erkek olmak istiyordum, olmadığım için içerliyordum. Annem de benim davranışlarımı sevmiyordu. Birkaç kez bu yüzden tartaklanmıştım. Ama ben kendimi erkek sanmıyordum. Bu 'sanmak' ithamı beni çok incitmişti. Hislerimden ve hayallerimden utanmam gerektiği okuldan aldığım ilk dersti.
Mesele bununla kalsa iyiydi ancak sanki tüm eğitim hayatım boyunca uğradığım her okula benden önce bana dair bir yazı gidiyordu. Yazıda şunlar yazıyordu:
"Kendisini erkek sanıyor. Kız çocuğu olmayı bilmiyor. Onu baskı ile bir kadına dönüştürün."
Okul koridorlarında başım eğik yürüdüm. Çok sevsem de hiçbir zaman okul bahçesinde futbol oynamadım. Aşık olsaydım alay konusu olurdum. Olmadım. Dahil olacağım ve kabul göreceğim grubun hangisi olduğunu bilemediğimden yalnız kaldım.
Köşeye sıkıştırılıp zorla ruj sürülmeye çalışılan tek kız öğrenci olabilir miydim? Bilmiyorum.

Eren (32)

2000’li yılların başıydı. Henüz sokakların çocuklar tarafından terk edilmediği zamanlardı. Cep telefonları varsa da nadirdi; bilgisayar hayatımıza girdiyse de en yakın arkadaşımız terin suyun içinde bağır çağır aşağıda ya top koşturuyor ya da bir körebe sırasında saklanacak kuytu delik arıyordu. Ailemizden güç bela aldığımız izinlerle arkadaşları bulmak için etrafa saçılırdık. Onları ararken kendimizi bulmaya çalıştığımızın farkında olmadığımız güzel zamanlardı.
O günleri şimdi hatırlıyorum da dikenleri, engebeleri; küfrü kıyameti, hüzünleri de olan zamanlar, çocukluk işte ne fark eder der geçerdik belki. Her gün top koşturup kendimizden geçtiğimiz o günlerde, kim bilir kendileri de diğerlerinden gördükleri şiddetle, içlerinde açılan yaralarla, ağız dolusu salyayla üzerimize çullanan çocuklar vardı. 
Çeşitli oyunlar oynadığımız sahaya belli günler çıkartma yapar, birkaçımızı özel yöntemlerle döver, topumuzu keser, daha önce duymadığımız küfürleri başımızdan aşağı boca eder giderlerdi. Belki bir sene yakın sürdü bu işkence, kâh tek yakalanıyor kâh toplu şiddet görüyor; her defasında ne yaptığımızı bilmeden, onlara yapılanların ceremesini çekiyorduk. Bozulan oyun, kırılan gurur, darmadağın bir üst başla eve döner, bir daha gelmesinler diye birilerine ama kime dua eder, yalvarırdım.  
Zamanla alıştık, çocuk aklımız ve kalbimizle sağlam durmaya çalıştık; önce bir iki diklenme ardından yine dayak; sonra yine diklenme ve karşımızda kimi zaman sendeleyen ötekiler tarafından ötelenmiş o çocuklar… Bir zaman bu baskınlar evlerimize kadar çıktı; apartman boşlukları, sokak araları, cadde başlarına kadar taştı. Sonra ne mi oldu? Öte çocukların ötelemesine daha fazla tahammül edemeyip biz de ötekileştik. Zamanla törpülendik belki; fakat yediğimiz tokatlar, içimizdeki aynaları paramparça ettiğinden ne bir başka aynaya baktık ne de o tokatların bir daha atılmasına razı kaldık. Horlanmış çocukların ardından hoyratça yaşamaya daldık.

Nagihan (30)

26 yıl öncesinde, iki katlı bahçeli evimizin, anneannemin “kömürlük” dedemin “odunluk” benimse “ağlama duvarı” dediğim karanlık köşesindeyim. (daha satırlara başlarken avuçlarımın terlediği göz pınarlarımın şiştiği, o damla süzülmesin diye gözlerimi tavana sabitlesem de engel olamadığım anlardayım şimdi, geçmiş geri gelmiş gibi, büyüsen de bazı hisleri ve acıları unutmayıp hatırladıkça aynı iç yangınında yeniden kavruluyor gibi, şu an benim için küçük bir terapi seansı gibi…belli ki bitmek bilmeyecek “gibi”ler yazısı olacak bu, zorla da olsa devam ediyorum) Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Yaşadığım sağlık sorunları yüzünden minicik bedenime almak zorunda kaldığım tonlarca antibiyotik ve çeşitli ilaçlar sonucunda dişleri olmayan, daha doğrusu ön dişleri tamamen mercimek gibi koyu renkte dişsiz gibi görünen bir kızdım. 5-6 yaşlarındayım sadece. Mahallenin çocukları ne zaman yarama basmak istese hep aynı senaryoyu yaşıyordum. Kocaman gülüşlerimi bir bulutun ardına saklamak zorunda kalıyordum. “Sen gülme, çok çirkin dişlerin var”, “dişsiz kız” “mercimek dişli kız…” “mercimek dişli kız” “mercimek dişli kız.” Bir süre sonra ağız dolusu tüm mutluluklarımı, tüm gülüşlerimi, tüm kahkahalarımı, minik bir dudak tebessümüne hapsetmiş, birilerinin dişlerime bir şey söyleme ve dalga geçme ihtimalinin ağırlığıyla temkinli, tetikte ve sürekli stres altında geçirdiğim günlerin kapısını aralamıştım artık. Zorunda olmadıkça konuşmuyor, gülmüyor, bir şey söyleyecek olsam elimle ağzımı kapatmaya çalışıyordum. Gözlerim hep bende olmayan başkalarının beyaz güzel dişlerindeydi. Kimse bir şey yerken ne kadar zorlandığımı ve acı çektiğimi görmüyordu, kimse o dişlerin ardında ağır tedavilerin yan etkilerinin yattığını bilmiyordu, kimsenin yaşadıklarım hakkında en ufak bir fikri yoktu, merakı da. Sadece sonuçta ben bir mercimek dişli kızdım. Gel zaman git zaman içtiğim antibiyotikler sonlandırıldı, tedavi tamamlandı ve o dişlerden artık kurtulacaktım. Bayram gibi bir gündü bu benim için. Yeni ve zor bir sürece girmiştim. Çeşitli operasyonlarla çocukluğumu “mercimek dişli kıza” çeviren o kötü, korkutucu, ve beni alay konusu yaptıkları dişlerden kurtulacaktım, artık kimse benimle dalga geçemeyecek, küçümseyemeyecek, dışlayamayacaktı. Kimse gülüşümü saklamam için bana yaralayıcı cümleler söyleyemeyecek beni başkalarının arasında utandıramayacaktı. Nihayet o gün gelmişti. O çirkin dedikleri görüntüden kurtulmuştum. Bir süre yine “dişsiz”di adım ama sonra yerine gelen güzel dişlere kavuştukça tüm özgüvenimle mahalleye iniyor, ağzımı açmaktan en önemlisi de gülmekten utanmıyordum. O günlerden yetişkinliğime uzanan bir his var hala. Dişlerime biri bir yorum yaptığında çok içerleyip hassaslaşıyorum. Bir dönem sürekli dişlerimi kusursuzlaştırmak istedim. Hollywood starları gibi bembeyaz olsun, herkes görünce iltifat etsin, asla kimse kötü bir şey söylemesin istedim. Ama aslında meselenin sadece estetik olmadığını anladım. Mesele zorbalığı yapan çocukların da evinde uğradıkları zorbalıklar yüzünden kendi hınçlarını ve öfkelerini başkalarından çıkarma dürtüleriyle. Yaralı olanlar ya yara sarar ya da yeni yaralar açar başkalarında. Bunu anladım. O yüzden bana ağır konuşup öfkelendikleri meselelerin muhatabının aslında ben değil kendileri olduğunu anladım. Evet bu zorbalık hala içimde, aklımda. Ama artık kimseye bir açıklama yapmak ya da olduğum hali reddedip onların istediği gibi güzelleştirmeye çalışmıyorum. Olduğum hali her şeyiyle kabul ediyorum, çünkü biliyorum ki ben tüm bunların ötesinde bir değere sahibim. Değerimi ne salt varlığıyla dişlerim ne saçlarım ne giydiğim kıyafetler belirleyecek. Olduğun halinle mutlu olmayı öğrenmek ve yargılamamak tüm mesele. Her pürüzün bir hikayesi, bir nedeni var. Eksikliklerin altında açık yaralar var. Deşmemeli, kırmamalı, acıtmamalı. 26 yıl önceki hikâye bugün de hatırlanacak, gözlerinden yaşlar süzecek kadar derinden anımsanmamalı, hiçbir çocuk bu zalimliği yapacak kadar gaddar yetiştirilmemeli. Büyüyememiş ebeveynlerin zorba çocukları da o yetişkinlerin mağdurları. Kimsenin bir çocuğun yarasında parmak izi olmamalı. 

Nazlı (36)

Gülsüm. Hâlâ bu ismi duyunca içimde bir yerler acır. Sınıfın en sessiz en başarısız kızıydı Gülsüm. Dersler aklına bir türlü girmez, kendisi gibi sessiz sakin sıra arkadaşı dışında da kimseyle konuşmazdı uzun uzun. Cevval ve başarılı çocukların yanında sönük mü kalırdı yoksa annesizliği mi boynunu bükmüştü bilmiyorum. Bugün artık bilsem de bir önemi yok.
Bir gün birisi sınıfta, ders sırasında gaz çıkardı. Büyük ihtimal sınıfta popülasyonu yüksek olan zorba, parlak ve gözde oğlanlardan biriydi. Onlardan biri değilse de çamuru atan onlar oldu. Parmaklarıyla abartılı şekilde Gülsüm’ü gösterdiler, kendilerini sanki kokuya dayanamıyormuş gibi yerlere attılar, kusma sesleri çıkarttılar. Öğretmen “sessiz olun” demekten başka bir şey yapsaydı belki Gülsüm’ün gururu bu denli incinmeyecekti. Ben o gün Gülsüm’ün dolan kocaman kapkara gözlerini, küçüldükçe küçülen yüzünü görüp, o zorba çocuklarla çatışacak kadar kendimi güçlü hissetmediğim için çok pişmanım. Sonuçta ben de orta birinci sınıf öğrencisiydim deyip işin içinden sıyrılmak en kolayı…
Gülsüm’ün çilesi o gün bitmedi. Ortalıkta bir koku olsun ya da olmasın her zaman Gülsüm’ün adı geçti. Kızın bir süre sonra gözleri dolmaz olmuştu, alışmıştı çünkü. Koskoca bir sınıf elbirliğiyle bu kıza ötekileştirilmeyi öğretip, onu sevgisizliğe alıştırmıştı. Sessiz kalanlar da yapanlar kadar suçluydu. 
Bir eylemi yapmak kadar sessiz kalmak da aynı suça ortak etmez mi insanı?
Sonra bir gün okul çıkışı Gülsüm’le birlikte evine kadar yürüdüm. Sanırım bir çeşit özür dileme şekliydi benimki. Belki de hâlâ Gülsüm’ün evi kadar derme çatma bir ev görmedim. Tenekeden saclarla kapatılmış çatısı, kapkaranlık odaları, üst üste yığılmış eşyalar ve ne yapılırsa yapılsın asla geçmeyeceğini hissettiren o koku… Hepsi Gülsüm’ün gerçeğiydi ve bizim uzağımızda duruyordu. Biraz bahçedeki kırık çekyatta oturduk, evi kendisinin çekip çevirmeye çalıştığı belliydi. Uzun süre oturamadım, annem merak eder bahanesiyle koşar adım uzaklaştım. O, omuzlarındaki yükün ağırlığıyla orada ne kadar oturdu bilmiyorum.
O gün söyleyemediğimi şimdi söylesem neye yarar bilmiyorum. Sana yapılanlara engel olamadığım için özür dilerim Gülsüm… 

Sümeyye (26)

Çoğumuz, çocuklukta ve gençlikte uğradığımız zorbalıkların yanımızda duranlardan değil de karşımızda duranlardan geldiğini düşünüyor, öyle değil mi? Sizi yanıltacağım. Hiç aklımdan çıkaramadığım, bugün olduğum insana dönüşmemi sağlayan fakat buna rağmen içimde bir yara olarak taşıdığım bir hikaye. Bir zorbalık hikayesi. 
Herkesin, sebebini anlamadığım şekilde birbirinin kuyusunu kazdığı, bunu beceremese bile denediği bir lise ortamında okudum. Böyle hinliklerle dolu bir yerde, bana çok iyi geleceğine inandığım bir arkadaş edindim. Kendisi, aşırı zayıf olmasından ötürü daima eleştirilere maruz kalan, yani 'akran zorbalığına' uğrayan genç bir kızdı. Lisedeki ilk senemdi henüz, aramızdan su sızmaz oldu. Yaşıtlarım gibi, akıllı telefonum yoktu cebimde. Evim okula yakın olduğu için bir telefona ihtiyacım olmadığını düşünmüştü ailem. Bir telefonum olmadığı için, Facebook hesabıma, edindiğim bu yakın arkadaşın telefonundan giriyor, cevap verilmesi gereken mesajlara cevap verip çıkıyordum. Bir süre sonra, bir konuda anlaşmazlığa düştük, aramız açıldı, küsüştük, adına ne derseniz deyin işte. Kavgamızın ertesi günü, okula geldiğimde tüm akranlarımın bana bakıp, kendi aralarında fısıldaştığını, bazılarının güldüğünü gördüm. Kafam çok karışmıştı. Kendi sınıfımdaki arkadaşlarımdan birisi bana gelip, neden öyle bir paylaşım yaptığımı sordu. Kafam daha çok karışmıştı şimdi. Neyden bahsettiğini sorduğumda, bana akşam saatlerinde 'kendimden nefret ediyorum, çok çirkinim' diyen bir durum paylaştığımı söyledi. Böyle bir şey yapmamıştım. Kendime ait bir telefonum olmadığı için ve arkadaşımla konuşmuyor olduğumuz için böyle bir şey paylaşmış olmama imkan yoktu. Onun telefonunda hesabımı açık unutmuş olduğum aklıma geldi, benden kendince bu şekilde intikam almış olmalıydı, başka bir açıklaması yoktu durumun ancak yine de doğrudan gidip ona sordum. Kendisi zorbalığa uğrayan biriyken, aynı kötülüğü bir başkasına nasıl yapabilmişti? Belki de gördüğü bu olduğu için, başka türlüsünün var olabileceğine ihtimal vermemişti, o da yalnızca zorbalığa maruz kalmış bir akrandı neticede. İnkar etti. İçten içe biliyordum bunu yapanın olduğunu. Aramız düzeldikten sonra dahi bunu inkar etmişti ama onun bana bunu yapan insan olduğunu bilmenin ağırlığıyla devam ettim arkadaşlığa. Çirkin değildim, zaten hangi çocuk çirkindir? Sadece kilolu bir çocuktum ve bu beni çekingen yapıyordu. Beni neyin yaralayacağını biliyordu, şişman olmamın beni çirkin yaptığını düşündüğümü biliyordu ve bunu bana karşı silah olarak kullanmıştı. Bu olaydan sonra, iştahla her istediğini yiyen o kız gitti ve yerine yediği her lokmada kendinden nefret eden, gece uykusundan uyanıp mekik çekmeye çalışan, vücudunun yağlı kısımlarını parçalamak ister gibi sıkan bir kız geldi. Bugün 26. yaşımın tam ortalarındayım. Elbette zayıfladım. Elbette büyüdüm. Elbette bugün her görenin dönüp bir daha bakabileceği  güçlü, özgüvenli bir kadına dönüştüm. Ancak komik olan şu ki, hala biraz kilo aldığımda aynada kendime bakarken kendi lokmalarını sayan o küçük kız geri dönüyor, hala sokakta, metroda, herhangi bir yerde birileri bana gereğinden uzun baktığında aklıma bana hayranlıktan değil de bir falsom olduğundan baktıkları düşüncesi geliyor. Akran zorbalığının her türlüsü beter elbette, ancak yakınlık duyduğunuz bir akranınızın sizi hayatınız boyunca yoklayacak bir kabusun içine sürüklemesi, size bu zorbalığı onun yapmış olması daha da beter...

Yağmur (32)

Birçoğumuz, çocuk yaşlarda akranları tarafından bir şekilde zorbalığa maruz kalmış olabiliriz. Tabii o yaşlarda zorbalığa maruz kalmak belki “korkaklık” belki “eziklik” olarak adlandırıldı. Sırf bu yüzden, çoğu kişinin buna ses çıkarmaktan çekindiğini veya korktuğunu söyleyebiliriz. Ancak o zamanlar görmezden geldiğimiz şeyler, ileri yaşlarda hem bizler için hem de zorbalığı yapan kişiler için daha büyük problemler oluşturabilir. 
Ben de zorbalığa maruz kaldım, artık ses çıkarıyorum ve bundan sonra hiçbir çocuğun böyle şeyler yaşamaması için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmak istiyorum.
 
Size başımdan geçenleri şöyle anlatayım:
Ailem beni güzel bir okula göndermek istiyordu. Bu yüzden beni, ilkokul 3. sınıfta oturduğumuz semtte bulunan okuldan alıp evimize epey uzakta olan bir vakıf okuluna göndermeye karar verdiler. Okul uzak olduğu için ulaşımımı servis kullanarak sağlıyordum. Ben 9-10 yaşlarındayken, aynı serviste 13-14 yaşlarında ortaokul son sınıfta yapıca benim neredeyse 3 katım bir erkek öğrenci bulunuyordu. Çocuk zaten biraz kavgacıydı ve o yaşta sigara içerdi. Bu çocuktan zaten çekinirdim. Fakat, biraz zaman sonra bu çocuk önce saçımı çekmeye başladı. Ben tam servis kapısının girişinde otururdum, servise binerken ve servisten inerken bacaklarımı cimciklemeye başladı. Bazen servisten inerken bacağıma tekme atar inerdi. Servisimiz büyüktü ve o en arkada oturur, kafamı hedefleyip basketbol topunu başıma atardı. Topu almaya geldiğinde ise saçımı çekerdi. Bu çok uzun süre devam etti. Ta ki ben artık okula gitmek istemeyene kadar. Annem ne oldu diye üstüme gelince anlattım. Kadın bacaklarımı mosmor görünce şok oldu ve babama söyledi. Babamda onunla kibarca konuştu. Benim küçük olduğumu böyle olmamasını, sahip çıkmasını, abilik yapmasını falan. Ama çocuk bu konuşmayı pek ciddiye almadı ve şiddete devam etti. Annem düzeldi mi sorusunun cevabını hayır duyunca sinirlendi. Bir gün servisi benimle birlikte bekledi ve servisçiye karakola gitmesini söyledi. Çocuğa biraz çıkıştı, müdür ile konuşacağını söyledi. Biraz çekinecek olacak ki bana bir daha yaklaşmadı zaten sene sonunda mezun oldu gitti.
Yaklaşık olarak 7-8 ay bu zorbalığa maruz kalmam, o dönemlerde okula gitmekten gerçekten nefret etmeme sebep olmuştu. 
 
O çocuk ailesinde ne yaşadı bilmem ama o yaşlarda böyle şiddet eğilimi olan gencin; gittiği lisede, üniversite de arkadaşlarına, partnerine, eşine veya çocuğuna şiddet uygulamayacağını da maalesef bilemeyiz. Ama böyle bir gidişata sahip birinin de çok sağlıklı bir hayat süremeyeceğini kestirebiliriz. Küçük yaşta zorbalığın önünün alınmaması; zorbanın ileride daha fazla suça sebep olmasına, zorbalığa maruz kalan kişinin de özgüven eksikliği, asosyallik, öfke problemleri gibi başka şeyler yaşamasına sebep olabilmektedir.

Zorbalığı önce hatırladık, sonra satırlara döküp travmalarımızı sizlerle paylaştık. Bizler bu hikayelerden payımıza düşen dersleri aldık ve bir daha tekrarlanmaması ümidiyle size ufak bir film hazırladık. Unutmayın, bugünün çocuklarının yarının kahramanları olması hepimizin elinde.



 






Söylediğin Kelimelerin Gücünü #hafifealma

Öyle cümleler vardır ki bir kulağımızdan girip ötekinden asla çıkmaz. Unutmaya çalıştıkça derinlere kazınan ve tüm hayatı etkileyen bu cümleleri #hafifealma

©2022 Beyhan&Beyhan Business Solutions Tüm Hakları Saklıdır
Yukarı Kaydır
BUNU OKUMAK İSTER MİSİN?