Altın
%
Dolar
%
Euro
%
Bitcoin
%
Eth
%
Önümüzdeki 5 gün boyunca
Pinokyo - 2022
KÜLTÜR/SANAT Tarih

Oscar'ın Pinokyo'su: Çocuklar, Babalar ve Diktatörler

29 Mar 2023

Pinokyo masalını hepimiz biliyoruz. Hatta birçok farklı uyarlamasını da izlemişizdir. Ancak 95. Oscar Ödül Töreni’nden “En İyi Animasyon Filmi” ödülünü alan Pinokyo, bu sefer “büyüklere” anlatılan bir masal olarak karşımızdaydı. Daha önemlisi diktatörlük üzerinden yaptığı eleştiriyle de tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Gelin, bu sert, karanlık ama ustaca kurgulanmış ve bir modern zaman masalı tadındaki Pinokyo’yu birlikte inceleyelim…

Netflix’in 2022 yapımı Pinokyo’sunun ağırlıklı olarak “Bir Guillermo Filmi” başlığıyla tanıtıldığı dikkatinizi çekmiştir. Aslında Guillermo del Toro ve Mark Gustafson’un yönetmenliğini yaptığı bu filmin Guillermo ile özdeşleşmesinin en önemli nedeni; yıllardır bu hikayeyi çekmek istemesinden kaynaklanıyor. 

Guillermo del Toro

Aynı zamanda İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1883 yılında yazdığı romanından yola çıkılarak kurgulanan yeni Pinokyo, Guillermo’nun zihninde çocuklar için anlatılan bir masal olmayacaktır. Hedefinde bizler; yani yetişkinlerin olduğunu ise her fırsatta dile getirir usta yönetmen… 

Senaryosunu Del Toro ve Patrick Mchole’in yazdığı Pinokyo’yu tek bir yönetmenle bu kadar özdeşleştiren unsur ise; artık sinema dünyasında “Guillermo Tarzı” diyebileceğimiz anlatım tarzını iliklerimize kadar hissetmemiz olabilir. O halde filmin vurguladığı diktatörlük, otorite gibi kavramlara değinmeden önce Guillermo Tarzı derken ne kastediyoruz; onu açıklayalım…

Pan'ın Labirenti Film (2006)

Diktatörlerin Dünyasında Masalsı Bir Yönetmen: Guillermo del Toro

Aslen Meksikalı olan yönetmen Guillermo del Toro Gómez, daha önce de Oscar ödülü almış olan Pan’ın Labirenti ve Suyun Sesi isimli filmleriyle tanınıyor. Her iki film de masalsı anlatımın içine ustalıkla yerleştirilmiş diktatörlük veya soğuk savaş eleştirilerine sahip olmasıyla beraber etkili fotoğrafları, sıcak hikayesi ve fantastik öğeleri nedeniyle dikkat çekiyor.

Ofelia isimli küçük bir kızın gözünden izlediğimiz Pan’ın Labirenti filmi, 1944 yılının İspanya İç Savaş günlerinde General Francisco Franco döktatörlüğünde geçer. Babası öldükten sonra annesi Carmen ile birlikte, İspanya’daki diktatörlüğün simgesi gibi yorumlanan Yüzbaşı Vidal’ın himayesinde yaşamak zorunda kalan Ofelia, masallarla sarsıcı gerçekler arasındaki bir dünyadadır artık. Hamile olan annesinin yaşadığı zorluklara ve Yüzbaşı Vidal’ın şiddetine tanık olan Ofelia ile yönetmen Guillermo’nun sarsıcı dünyasına geçiş yaparız. 

Pan’ın Labirenti işte bu noktada alışkın olduğumuz masalsılık ile sert gerçekçi dünyayı o kadar özel bir yerden ele alır ki; bir yanda Ofelia’nın muhteşem macerasına tanıklık ederken öte yanda bir ülkeyi diktatörlüğe mahkum eden faşizmin gerilimini iliklerimize kadar hissederiz. Guillermo’nın fantastik dünyasındaki Tanrı Pan, kapılar, gözler veya labirent gibi mitolojik unsurlar grotesk hatta yer yer ürkütücü olsa da bundan keyif almaya başlarız. İşte Guillermo yorumu da burada devreye giriyor…

1936-1939 yıllarında, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi taraflar arasında çıkan iç savaşı; bu savaşın ardından İspanya’daki faşist yönetimin iktidara gelmesinin vurgulandığı filmde, gerçeklikte karşımıza çıkan insanlar, oldukça kibar ve şık görünürler. İyi içkiler, iyi müzikler, kaliteli kıyafetler dünyasında gülümseyen herkes perde arkasında çok kötüdür. Gözlerini kırpmadan insanları öldürür, işkence edebilirler. 
Oysa masalsı tarafa geçtiğimizde Guillermo’nun simgeleri karanlık, ürkütücü ve yer yer iğreti eden bir formda olsa da hepsinin iyiliği, dengeyi, doğayı temsil ettiğini anlarız. Hatta çok daha vurucu bir karşılaştırma ile “kusursuz düzenin” sembolü faşizm ile “doğanın ele avuca sığmaz” tanrısı Pan, aynı hikayededir. Bu, modern dünyadaki bizler için muhteşem bir yüzleşmedir. 

Suyun Sesi Film (2017)
Benzer sert gerçekçi-masalsı anlatımı Guillermo’nun Suyun Sesi filminde de görürüz. Amerika ile Sovyet Rusya’nın tüm dünyayı etkileyen Soğuk Savaş yıllarında geçen film bu sefer de “romantik aşk mitosunu” kullanarak bizlere güçlü bir anlatım sunar. Bu sefer, Amerika’nın Baltimore bölgesindeki gizli bir yeraltı araştırma laboratuvarındayızdır. Büyük uzay yarışında Sovyetler Birliği’nin dünyanın ilk yapay uydusu Sputnik 1’i fırlatarak Amerika’ya tarihin en güçlü yenilgisini yaşattığı 1962 yılında, Elisa isimli dilsiz bir kadınla tanışırız. 


Gizli deneylerin yürütüldüğü laboratuvarda daha ilk dakikadan itibaren dikkatimizi çeken bir diğer konu ise ırkçılık ve cinsiyet kimliği açısından Amerika toplumunun eleştirilmesidir. Toplumdaki diğer kadınlardan farklı olan Elisa’nın suskunluğu, görünmez oluşu dönemin Amerika’sında sıklıkla vurgulanan bir konunun simgeleştirilmesidir adeta. Temizliğini yapıp kendi dünyasında yaşayan Elisa’nın yakın olduğu iki arkadaşı da yine Amerika’nın istenmeyen yüzleridir. Elisa’nın komşusu olan Giles eşcinsel, işyerindeki arkadaşı Zelda ise Afro-Amerikalıdır. 

Belki de bu üç farklı insanın hayatı onlara dayatılan kurallar içinde devam edecektir. Ama Amerika’daki tesise getirilen bir yaratık, Elisa dahil herkesin dünyasını değiştirir. Suda yaşayan ve Balık-İnsan efsanesinin karşılığı olan bu varlık ile Elisa arasında başlayan aşk; Guillermo’nun bize sunduğu masalsı-sert gerçekçi ikilemi bir kere daha hissetmemize neden olur.
Yine Amerika-Rusya geriliminin uzantısı olan faşist, cinsiyetçi kurallar ve doğanın karşımıza çıkardığı mitolojik bir varlık karşı karşıyadır. Hem de Elisa gibi bir insan; canavarımsı bir varlığa aşık olarak tüm dengeleri alt üst edecektir! 


Guillermo’nun “King Kong” veya “Güzel-Çirkin” masallarından yola çıkarak kurguladığı Suyun Sesi filminde, bir insanın canavara duyduğu aşkı kullanmasıyla başlayan başkaldırı 1960’ların Amerika’sındaki baskıcı politikaların gölgesinde devam eder. Pan’ın Labirenti filminde olduğu gibi iyi görünenle tuhaf olanın zıtlığı bizi büyülemeye devam eder. İşte bu arka planla sanat hayatını şekillendiren Guillermo’nun Pinokyo’su, bizleri yeniden arketipler dünyasından bir hikayeyle ve İtalya’daki Mussolini faşizmiyle karşı karşıya bırakır. 


Arketipler Üzerinden Diktatörlüğün ve İtaatin Eleştirisi: Pinokyo

Pan’ın Labirenti ve Suyun Sesi filmlerinin merkezinde yer alan arketipler, benzer şekilde Pinokyo masalının yeniden yorumunda da karşımıza çıkıyor. Sinemanın “modern bir monomit” olduğunu savunan çok sayıda araştırmacı gibi Guillermo da kendi sinema dilini kurgularken gerçekçi olayları ve güçlü arketipleri merkeze alıyor.

Toplumsal gerçekliğin, bilimin ve kurallarla örülü modern dünyanın içinde varlığını çoğu zaman unuttuğumuz arketipler, binlerce yıllık insanlık tarihinin gizli hazinesi gibidir. Efsaneler veya destanlarla günümüze kadar ulaşan bu arketipler; yansıttığı simgesel anlamlarla birlikte ait olduğu toplumun inançlarından izler taşır. Bu yüzden de farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda ya da kültürlerde anlatılarla yenilenen simgeler, ortak bir dil oluşturarak evrensel bir anlam kazanır. 

İşte sinema filmleri de Guillermo gibi yönetmenlerin sayesinde mitolojiyi, arketipleri kullanarak yaratıcısının düşüncesini, duygularını diğer insanların zihnine aktaran kolektif ve toplumsal bir noktaya ulaşır. Her filminde masalların, mitolojilerin veya simgelerin gücünü arkasına alan Guillermo, kendine has bir evren yaratmaya çalışır. Tıpkı ilk uzun metraj animasyon filmi olan Pinokyo gibi… 
Masalı, doğduğu topraklardan yani İtalya’dan ayırmayan Guillermo tarihsel bir değişiklik yaparak Pinokyo’yu Mussolini faşizminin gölgesindeki 1930 İtalya’sında başlatır. Belki de modern dünyaya “Faşizm” tanımını Roma’dan yüzyıllar sonra yeniden hatırlatan Mussolini ile söyleyecek çok fazla sözü vardır yönetmenin… 


Peki Mussolini Rejimi nasıl bir İtalya yaratmıştı? Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle İtalya’daki durum oldukça kötüdür. Ülkedeki iç karışıklıkların, ekonomik darboğazın ve diğer sorunların etkisiyle liderliğini Benito Mussolini’nin yaptığı faşist hareket, 1919 yılında “Savaş Demetleri” adıyla İtalya’da doğar. Sol ideolojiye ve liberal demokrasiye karşı olan Mussolini idealizmi, zaman içerisinde bir milliyetçi çeteye dönüşür. Bu katı rejim de zaman içerisinde İspanya, Almanya gibi ülkelerdeki faşizmin doğmasında önemli rol oynar.

Böylece Pinokyo filmindeki en güçlü simgelerden birisi olan “kukla” bir dönem eleştirisine dönüşmüştür artık. Kendi kararlarına ve isteklerine göre hareket eden Pinokyo’nun dışındaki tüm insanlar; inançlarının, baba imgelerinin veya faşist iktidarın kuklası olmuştur. Belki de bu yüzden filmin açılış sekansındaki “kilisenin bombalanması” ile başlayan hikaye; “kutsal babaların ve oğulların” dünyasındaki faşizmin yansımasına dönüşür. 

İlk diktatör baba ve kukla insan, ironik şekilde Gepetto’nun kendisidir. Kilisenin, Mussolini rejimine bağlı askerlerin ve toplumsal kuralların altında ezilen, bu kuralların tüm hayatına müdahale etmesine izin veren Gepetto; konu oğlu Pinokyo olduğunda gerçek bir diktatöre dönüşmek üzeredir. Pinokyo’nun doğası gereği yaşamasını değil; toplumun ve dolaylı olarak da kendi kurallarının gölgesinde yaşaması konusunda baskı kurar. Diğer masal yorumlarından da farklı olarak Pinokyo, söz dinlemediği için başına bin musibet gelen bir kukla değil; özgürlüğü için mücadele eden “bireydir”. 


Bu önemli vurgu ve yorum, Guillermo’nun bizlere “otorite” ile “baba-oğul” imgelerinin altını çizmek istediğini gösteriyor. Pek alışkın olmadığımız tatta, savaş uçaklarının vurduğu bir kilisede oğlunu kaybeden Gepetto, Tanrı’nın kutsal oğlu İsa heykelini tamir ediyordur. Mutsuz da olsa Gepetto için önemli olan tek şey toplumun, kilisenin, iktidardaki Mussolini’nin koyduğu kurallara uymaktır. Belki böyle sona erecek bir hayat Pinokyo gibi isyankar, kural tanımaz bir kuklayla yerle bir olur.

Kilisenin papazı ise Guillermo yorumuyla, Mussolini’nin askerlerinden emir alan, onlar gibi sert mizaçlı bir insandır. Pinokyo’nun tahtadan yapılmasından çok Papaz için önemli olan bu yaramaz oğlanın toplum kurallarını çiğnemesidir. Bu ufak baba-oğul, Tanrı-insan ikilemlerinden yola çıkan film, büyük ölçekte halk ve faşizm arasındaki ilişkiyi de gözler önüne seriyor. 


Benzer bir faşist otorite vurgusunu da Pinokyo’nun çalışmaya başladığı sirkteki maymun Sprezzatura ile sirk sahibi Kont Wolpe arasında görürüz. Kont Wople, kendi küçük dünyası olan sirkte, baskı ve korkuyla herkesi sindirmiştir. Özellikle daha sonra Pinokyo ile iyi bir dost olacak maymun Sprezzatura, çirkinliği ve korkaklığı yüzünden Kont Wolpe’nin kuklasına dönüşmüştür.

Mussolini’nin en sadık askerlerinden faşist Podesta ile oğlu Candlewick ise başka bir denklem üzerinden baba-oğul-faşizm denklemini bize sağlıyor. Podesta o kadar gözü kara bir adamdır ki faşist lideri uğruna, çocukların asker olarak yetiştirildiği kampta oğlu Candlewick’i de yok etmeye hazırdır. Elbette bu diktatör babanın öfkesinden kurtulmaları yine Pinokyo’nun cesareti nedeniyle olur. 


Eğer, çocuklarınıza anlatacak iyi bir hayatınız ve bu hayattan size kalan şahane bir hikayeniz olsun istiyorsanız Guillermo’nun Pinokyo’sunu tavsiye ediyoruz. Katı kurallı babaların ve diktatör liderlerin bizi ne kadar mutsuz edeceğini anlatan bu yetişkin masalını, Netflix platformunda izleyebilirsiniz.
Şimdiden iyi seyirler diliyoruz…

 
Kaynaklar
1. Gözde Sunal, “Sinema Mitoloji İlişkisi Bağlamında Arketipsel Motiflerin Kullanımı: Pan’ın Labirenti Filmi Örneği”, Social Sciences Research Journal, Sayı: 9 / 4, Yıl: 2020. 
2. Ufuk Uğur, Sezen Altay, “Popüler Sinemada Mistik Bir Aşk Masalı Örneği: ‘Suyun Sesi’ Filmi”, MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi , Sayı: 9 (1), Yıl: 2020.
3.Çelikçi, A., Kakışım, C., “İtalyan Faşizmi ve Tarihsel Gelişimi”, Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 1 / 2, Yıl: 2015. 

©2022 Beyhan&Beyhan Business Solutions Tüm Hakları Saklıdır
Yukarı Kaydır
BUNU OKUMAK İSTER MİSİN?