İlk sahnede kamera, yürüyen kişinin gözleriymiş gibi bir çekim açısı vardı. Telaşı her çekişte kesilen soluğunun hırçınlığından hissedilen adam, bir apartman merdivenlerini hızla çıkıyordu. Merdivenin sonunda büyük, çift kapılı ve bir kapısı açık daireye girdi. Beyaz fayanslar kan içindeydi. İçeriden televizyon sesi geliyordu. Salona doğru koştu. Açık kapıdan içeri girdiğinde, ince yapılı, beyaz tenli, uzun kahverengi saçlı kızı gördü. Kızın ince, uzun yüzü mermer beyazına kesilmişti. Bakışları çok yorgundu. Gözlerini adama dikti. Ağzı yarı açıktı. Dudaklarının rengi ten rengine karışmıştı. Adam gözlerini biraz aşağı indirdiğinde, kızın elinden akan kanı fark etti. Kız hiçbir şey söylemiyordu. Adam aynı hızla daireyi terk etti. Koşarak merdivenleri indi.
Apartmanın önünde başka bir adamla karşılaştı.
- Ne oluyor? Ne bu telaşın?
- Karşı komşu aradı. Evden çığlıklar geliyormuş. “Muhtemelen Hale yine çıldırdı" dedi. Koşarak geldim. Elini kesmiş. Her yer kan revan içinde. Gidip gazlı bez ve tentürdiyot alacağım.
- Hay Allah! İyice delirdi bu kız.
Bu defa merdivenleri çıkan kişi değişmişti, her basamakta ağzından farklı bir kelime dökülüyordu.
“Ben söyledim. Hastanede kalması en doğrusu dedim. Böyle olacağı belliydi. İnsan fiziksel hastalığını ne kadar önemsiyorsa ruh hastalığını da öyle önemsemeli. Deli bu kız dedim. Ruhu hasta bunun!”
İçeri girip temiz bir havlu aldı. “Bu deli. Diğeri de akıllı değil ki. Kızın kanını durdurmak için önce bir müdahale etsene. Kapıyı bile kapatmadan çıkmış bir de.”
Kanı takip edip salona gittiğinde Hale’yi göremedi. Damlalar ayaklarını pencereye davet ediyordu. Yerdeki kan izlerine baktı. Uzunca baktı. İzleri takip edip pencereye gitmeye cesareti yoktu. Az önce Hale’nin oturduğu koltuğa oturdu. Öylece kanlı yeri seyretmeye devam etti. Hiçbir şey hissetmiyordu. Bir an da elli yıl geçti. Az sonra ambulans sesini duydu. Mahalle halkı, Hale’yi görüp ambulansı aramıştı. Hemen peşinden polis ekibi geldi.
- Asayişten geliyorum. Mesut Uslu.
- Harun. Harun Çetin. Buyurun. İçeri gelin.
- Neyiniz oluyordu?
- Kardeşim.
- Kardeşinizi siz mi öldürdünüz?
- Evet.
Film bu noktada beni içine çekmeyi başarmıştı. Az sonra elinde eczane poşetiyle içeri giren diğer adam, Harun’un yakasına yapıştı. Ağlayarak bağırmaya başladı.
- Nasıl yaparsın bunu! Nasıl kıyarsın kardeşime? Her zaman nefret ettin ondan. Keşke sen geberseydin!
Harun gülümseyerek kardeşine baktı. Hiçbir şey söylemedi. iki bileğini kavrayan kelepçelerle apartmandan çıktı.
Apartmanın önünde yatan ve etrafı sarı bantlarla çevrilmiş kardeşine son kez baktı.
“Hale, benim kendime emanetim. Nasıl ki Tanrı bu taşıdığım canı bana emanet etti, aynı özenle; kendi canımı korur gibi korudum seni. Şimdi katilinim. Seni herkesten korudum da, ruhuna bulaşan o illetten koruyamadım. Çünkü seni anlayamadım Hale. Ve seni anlamayarak öldürdüm. Masum bir anlaşılma isteğini yerine getiremedi abin. Bu yüzden anlatmayacağım kendimi. Anlaşılmayı kendime dert bilirim bundan beri. Varsın ömrüm çürüsün dört duvar arasında bir kuru ekmekle. Seni anlayamamanın bedeli öyle halden nice beterdir içimde.”
“Abi! Ölüm ki madem anlatandır beni, varsın diğer dünyada da yaşam bulmasın beni. Sonsuz bir yokluğa bile razıyım ben, Tanrı bilir. Yeter ki siz de bilin, sizin
reçeteleriniz benim ölüm fermanımdı. Ruhum hastalandı ve öldü. Bana şifa anlaşılmaktı.”
“Rüya olsa. Bu bir rüya olsa. Sabahına muzlu sütünü başucuna koyarım. Söz Tanrı’m. Bir daha cinayet işlemeyeceğim. Keşke rüya olsa.”
Gözü kalabalığa ilişti. Fısıltıları duyar gibi oldu.
“Vah vah, belliydi bunun olacağı.”
“Harun muymuş yapan? Sahip çıkamadı babasının emanetine!”
“Harun mu öldürmüş? Belliydi bu çocuğun normal olmadığı!”
Bu sözler Harun'un kalbine bıçak gibi saplanmıştı. İnsanların sahiden ondan bunu beklemesine inanamadı. Sesler ona vızıltı gibi geliyordu. Gözleri karardı. Bayılacak gibi oldu. Anlamsızca kafası hiç olmadığı kadar berraktı. Kardeşinin şokunu çok çabuk atlatmıştı. Ya da delirmişti. Tıpkı kardeşi gibi...
Bir sonraki sahne koğuştaydı. Ranzanın altında, sırtını duvara yaslamış oturuyordu Harun.
- Harun kalk bir şeyler ye oğlum.
- Aç değilim.
- Olur mu oğlum? Sabah beri bir lokma koymadın ağzına.
- Bugün Hale’nin doğum günü. Geçen sene bugün hastanedeydi. Yanına gittim. Yalvardı bana. Kurtarın beni buradan, dedi. Duymazdan geldim. Giderken muzlu süt götürdüm ona. Bir de pasta. Sevgi gösterisi yapıyorum sözde. Dinleseydim keşke. Şimdi dışarıda olsam da çiçek götürürdüm. İnsan sevgiyi yaşamayı bilmiyor ağabey. Bir daha birini sevme şansım olursa her kelimesini dinleyeceğim. Ağzından çıkan her lafı. Anladım ki, bir hoşça kal bile demek gelmiyor sonra insanın içinden. Dese ne olur... Kim duyar? Duysa da kim dinler? Sessiz sedasız çekip gidenler kadar bir şey anlatamıyor hiçbir ses. Selasını bile duyamadım ağabey. Yine de vedası kulaklarımda çınlıyor hala.
- Bak oğlum, ben altmış yaşındayım, otuz beş yıldır buradayım. Hayatta ne öğrendiysem, buraya düşenden öğrendim. Ama senin gibisini görmedim. Bir insan kendisini hapseder mi oğlum? Burası seni delirtecek. Bir fiske vurmadım bu güne dek diyorsun. Ama bir tutturmuşsun ben onun katiliyim. Bir insanı anlamamakla öldüremezsin oğlum. Topla kendini biraz. Bak ben seni anlıyorum. Ama...
- Bir daha sakın bana anlamaktan bahsetme ağabey! Bir daha bana sakın anlamaktan bahsetme! Anlaşılmak derttir bana. Ben onu anlamadım. Kimse de beni anlamasın bu hayatta.
İhtiyarın suskunluğu üzerine Harun tekrar;
“Kusura bakma ağabey. Kardeşime son sözümdü bu. Anlatmayacağım kendimi dedim. Meğer acısı anlatırmış insanı. Suçu ya da masumiyeti değil.”
Harun yüzünü duvara döndü. İki büklüm yattı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Sesi çıkmasın diye yorganı ısırıyordu. Nedensizce ben de hüngür hüngür ağlamaya başladım. Sanki ölen bendim. Harun ardımda kalan herkes. Bir an olsun kalplerinde duydukları sahici sızı beni anlatmaya yeterdi. Böylesi yaşanan acı ise değil beni anlamak, insanı tıpkı bana benzetirdi...