KÜLTÜR/SANAT

Kubrick'in Cinneti: "The Shining" Film İncelemesi

05 Ara 2021

Stanley Kubrick denildinde akıllara ilk gelen “The Shining” her ne kadar kendi döneminde değeri anlaşılmasa da bugün kültleşen bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Yalan yok, şarap gibi bir niteliğe sahip. Pek çok yönetmene ilham olan atmosferi, sinema tarihine kazandırdığı çekim teknikleri ve usta oyunculukları ile göz dolduran film, psikolojik gerilim türünün köşe taşlarından. Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanıyor; Kubrick’in zekasıyla can buluyor; Jack Nicholson’ın efsane performansı ile göklere çıkıyor. Hadi o zaman, bugün sayılı filmler arasında yerini almayı başaran The Shining’e daha yakından bakalım.

1980 yılında çekilen film, kendi döneminde “değeri anlaşılmayanlar” listesine üst sıralardan zorlamayı başarıyor. Ardından gelen pek çok filme esin kaynağı olan, sinema öğrencilerine ders olarak okutulan, yönetmenlerin ilham perisi yapım, 1981 yılında “en kötüler”in belirlendiği “Razzie Ödülleri”ne aday gösteriliyor. Oscar’ın The Shining’i görmezden gelmesi bir kenara, Kubrick ve eseri aday dahi olamıyor. Üstüne bir de kitabın yazarı Stephen King’den eleştiriler gelince, bugün parmakla gösterilen unutulmaz film, deyim yerindeyse “dönemin anlaşılamayanları” arasına giriyor. Ancak bu süreç, elbette The Shining’in başarısını etkilemiyor. Bahsettiğimiz üzere yıllandıkça güzelleşiyor, zaman geçtikçe anlaşılıyor.

Kubrick, “2001: A Space Odyssey” ve “A Clockwork Orange” filmleri başta olmak üzere pek çok yapımı ile kendini sinemada ispatladığı dönem yeni bir film arayışını giriyor. İnanılmaz mükemmeliyetçi bir insan olduğu için kılı kırk yarıyor. Çok seçen ve bir o kadar zor seven yirminci yüzyılın en önemli yönetmenlerinden Kubrick, eline geçen Stephen King romanı ile hayat buluyor. Geç kalmadan hazırlıklara başlıyor. 

Film, ana karakterimiz Jack Torrance’nin ailesi ile birlikte kış sezonu boyunca kapalı olan Overlook Oteli’nin bakımı üstlenmesi ve sonrasında gelişen doğaüstü olaylara odaklanıyor. Film isimlerine yönelik çevirileri pek başarılı bulmasak da, The Shining’in “Cinnet” çevirisi tabiri caizse cuk diye oturuyor. Hava koşulları sebebiyle dış dünyadan tamamen izole, devasa bir otelde üç kişilik bir ailenin var oluş çabasına tanık oluyoruz. Her ne kadar işin içine “doğaüstü güçler” girse de, The Shining’i cinli perili yapımlarla karıştırmamak gerekiyor. Delirme üzerine kurulu hikâye, cinnet safhasının tüm hissiyatını izleyiciye geçirmeyi başarıyor. İliklerimize kadar “huzursuz” olduğumuzu hatırlatmakta fayda var.

Stanley Kubrick-Shelley Duvall
Jack Torrance karakterini canlandıran Jack Nicholson’ın sinema tarihine damga vuracak performansına ayrı bir parantez açmamız gerekiyor. Her ne kadar diğer adaylar arasında Robert De Niro ve Robin Williams gibi efsanevi isimler yer alsa da Kubrick, Nicholson’ı filmin atmosferine daha layık buluyor. Ne yalan söyleyelim, çok da güzel yapıyor. Son saniyesine kadar hissettiğimiz gerilim, bizzat Nicholson’ın “cinnet” süreci ile hayat buluyor. Şunu da ekleyelim, Kubrick’in ince eleyip sık dokuması ve oldukça sert bir oyuncu yönetimi anlayışına sahip olması Nicholson’ın psikotik bir role hazırlanmasını doğal olarak etkiliyor. Pek çok oyuncu, bize verdikleri huzursuz atmosferi set esnasında kendileri de tecrübe ediyor. Öyle ki, Wendy Torrance rolünü canlandıran Shelley Duvall, çekimler esnasında yaşadığı stresi aylarca hasta gezerek zar zor atlatıyor. 

Hikâyenin temel taşını oluşturan Torrance çiftinin oğlu Danny, filmin “tüm normalliğin içinde bir anormallik” hissiyatını üstlenmeyi başarıyor. Algısal olarak dinlendirici, sakinleştirici, iyileştirici ve en nihayetinde “iyi” bir etkiye sahip çocuk karakterlere, Danny Lloyd’ın canlandırdığı Danny karakteri radikal bir bakış açısı getiriyor. Küçük çocuğun sakin ve soğukkanlı bir yapıya sahip olması zaten huzursuz edici bir atmosfer doğururken, hayali arkadaşı “Tony” ile bu hissiyat zirveye ulaşıyor. Şimdilerde 50 yaşında olan Lloyd, filmin çekildiği dönem bir korku filminde rol aldığını dahi bilmiyor. Hayali arkadaşı Tony’ye işaret parmağını oynatarak hayat vermesi ise çekimler sırasında doğaçlama olarak ortaya çıkıyor. O dönem henüz 5 yaşında olan Lloyd’ın kendi bulduğu bu fikir Kubrick’in hoşuna gidince tüm filmde geçerli olacak şekilde kullanılıyor. Doğaüstü sezgilere sahip Danny karakteri, yıllar sonra 2019’da, The Shining’in devam filmi niteliğindeki Doctor Sleep’in ana karakteri oluyor. Asıl hikâyenin etkilerinin gözlendiği 2019 yapımı film, Danny karakterinin yıllar sonraki hayatına odaklanıyor. 

Geçmiş dönemde "Sinemada Renklerin Dili" olarak hazırladığımız içeriğe The Shining örneğini eklemek gayet yerinde diye düşünüyoruz. Kubrick, renkleri inanılmaz akıllıca kullanarak izleyiciye vermek istediği hissiyatı birkaç kaç artırıyor. Genelde soluk ve pastel renklerin seçildiği filmde, “kırmızı” renk ögesi algımızda bir şeyleri hareketlendiriyor. Anlık renk geçişleri psikolojimizi fazlasıyla şaşırtarak, kaygılandırmayı başarıyor. Otelin duvarlarından taşan kıpkırmızı kanların yer aldığı sahneler The Shining’i The Shining yapan önemli bir parça. Gerilimli atmosfer, radikal ve aykırı renklerin kullanımı ile etki seviyesini üst çıtalara taşıyor. Kan vurgusu özellikle şiddet ve güç temalarına da katkı sağlıyor. Bembeyaz karlarla çevrili Overlook Oteli’nin izleyicide uyandırdığı dingin hissiyatın yerini, ani ve etkili renk geçişler ile endişe alıyor. Filmin işleyişine yönelik bu faktör özellikle psikolojik gerilim türünün de vazgeçilmezleri arasında yer aldığını hatırlatalım.

The Shining, çekim teknikleri açısından da etki alanını genişletmeyi başarıyor. Bu yapım ile sinema alanına kazandırılan stedicam tekniği, Danny’nin otel koridorlarında bisiklet sürdüğü sahnelerin gerilimini bizi de ortak ederek artırıyor. İzleyicide uyandırdığı “sahneyi kendi yaşıyormuş” duygusu bu teknik ile doruklara ulaşıyor. Sanki bisikleti biz sürüyor, koridorları tek başımıza biz turluyoruz. Ek olarak, karakterlerin suratına yapılan zoom-in’ler bizi de içine çekerek, gözbebeklerimizi fal taşı gibi büyütüyor. Özellikle korku anlarının insan mimiklerindeki anlık değişimine odaklanan Kubrick, “çığlık atan insan” ögesini büyük bir ustalıkla kullanıyor. Çığlık nasıl ki gündelik hayatta anormal bir durumun habercisi ise, filmde de tüm sakinliğin ortasında marjinal bir an yakalıyor. Karakterlerin şaşırdığı, korktuğu, çığlık attığı sahnelerde zoom-in tekniği korku seviyesini yükseltmeyi başarıyor. Şunu da belirtelim, çığlıktan daha huzursuz edici bir şey varsa, o da sessiz çığlıktır, ki Kubrick bunu dahiyane bir şekilde kullanıyor. Filmde, patlama ve yükselme anlarının sessiz bir şekilde yer almasını bunun en önemi kanıtı. 
Kubrick filmlerinin başkaldırı niteliği taşıdığı bir gerçek. Hemen hemen hepsinde küçük noktalardan, belki birkaç saniyelik diyaloglardan ya da yalnızca bir sahneden sisteme yönelik eleştirileri fark edebiliyoruz. The Shining’de de gözümüze çarpan oldukça küçük ama dönemin mevcut durumunu sonuna kadar anlatan bir sahneyi es geçmeyelim istiyoruz. Henüz filmin başındaki ailenin araba yolculuğuna odaklanılan sahnede, 80 döneminin medya anlayışına yönelik küçük bir diyalog geçiyor. Yamyamlara yönelik bir sohbette anne Torrance, 5 yaşındaki oğlu Danny’nin bu sohbetten korkacağını düşünerek baba Torrance’yi uyarıyor. Ancak küçük Danny tüm sakinliği ve soğukkanlılığı ile annesine merak etmemesi gerektiğini, yamyamları zaten televizyondan öğrendiğini belirtiyor. Baba Torrance ise anlamlı bir vurgu ile “Bak gördün mü, hepsini televizyonda gördü!” diyerek, Kubrick’in televizyona yönelik düşüncesini tüm netliği ile bize ulaştırmayı başarıyor. 

Son olarak, Stephen King ile Stanley Kubrick arasındaki gerginliğe de değinelim. Kitabı okuyup filmi izleyenlerimiz bilecektir, Kubrick, The Shining’i çekerken romana çok da bağlı kalmıyor. Fazlasıyla değişikliğe giden yönetmenimiz haliyle King ile ters düştüğü bir noktaya geliyor. Kendi bakış açısı ve mantalitesiyle hikâyeye yeni açılımlar getiren Kubrick, efsanevi yapımın akılda kalan “kız kardeşler”, “kanların boşalması”, “Here’s Johnny” gibi sahnelerini kendi yaratıyor. Ancak vurucu noktayı araba metaforuyla yapıyor. Kitapta kırmızı bir arabaya sahip Jack karakteri filmde sarı bir arabayla görülüyor. Sonraki sahnelerin birinde ise birkaç saniyelik ve hikâye ile tamamen bağımsız bir araba kazası gözümüze çarpıyor. Kaza yapan arabanın rengi kırmızıyken, parçalanmış ve ezilmiş bir görüntüye sahip. Düşünülene göre bu zekice sahne, Kubrick’in King’e yönelik ağır bir eleştirisi. Bir yönüyle romandaki hikayeyi aynı şekilde anlatmayacağının altını çizerken, King’in düşünce yapısının duvara tosladığını belirtiyor.
The Shining, sinema tarihine damga vurmuş ve yirminci yüzyılın en önemli yönetmenleri arasında gösterilen Kubrick ile bütünleşmiş durumda. Olay örgüsü, oyuncu seçimleri, çekim teknikleri ve her bir detayı ile adından söz ettirmeye devam ediyor. Son sahnede yer alan gizemli fotoğrafın tam olarak ne ifade ettiği bugün hala tartışılıp tezlere konu olduğuna göre, Kubrick’in The Shining’i sinemada çığır açmayı fazlasıyla başarıyor. Huzursuz edici atmosferi ve normalliğin içine sızan anormalliği ile enfes bir tat bırakan unutulmaz yapım, bireye ve topluma dair de pek çok mesaj içeriyor. İnsan psikolojisine uzattığı mercek ise, The Shining’i, tüm doğaüstü atmosferine rağmen “gerçek” bir film yapmayı biliyor.
©2022 Beyhan&Beyhan Business Solutions Tüm Hakları Saklıdır
Yukarı Kaydır
BUNU OKUMAK İSTER MİSİN?